Bir zamanlar aşık olduğun kişiyle seneler sonra yolda karşılaşır ve bakakalırsın ya. Değişmiştir, yarattığı o büyülü his aynı değildir.
Aaa kim bu?!
Onu nasıl sevdiğini, telefonun elinde ondan gelecek bir mesajı nasıl heyecanla beklediğini, seni terk edecek diye nasıl korktuğunu, onsuz kaldığındaki perişanlığını, özlemini, senin için kıymetini hatırlarsın ve o halini şimdiki aklında anlamlandıramazsın ya.
Hopppaaa! Nasıl iş bu?
Besbelli yollar çoktan ayrılmıştır yani bugün sanki yabancıdır, oysa aklında hiç öyle kalmamıştır.
Tühtür!
¨Aaa ben ona mı aşıktım?¨ sorusuyla biraz gülümser, anılarında tur atıp çokça içinde boşluğa düşersin ya… İşte öyle bi’şey.
¨Dönmeseydi, görmeseydim, bıraktığım yerde daha iyiydi¨ çekersin ya… işte öyle de bi’şey.
GÜCENMEYİN AMA DÖNMESE MİYDİNİZ KIZLAR?
Klişe ama gerçek; değişiyoruz hayatın içinde be canım.
Yılların da numarası bu. Kıymet verdiğimiz, heyecanlandığımız, aynılığı bulunca ferahladığımız şeyler değişiyor işte.

Bakış açılarımız, yargılarımız, dilimiz, tavrımız, prensiplerimiz değişiyor. Güncellendikçe güncelleniyor, güncelimize yetişemeyenle bağ kuramıyoruz nihayetinde.
17 yıl sonra sahalara dönen efsane dizi ‘Sex and The City’ nin yaş 55’ten devam hikayesi ‘And Just Like That’in iki bölümünü izledikten sonra ilk düşündüklerim bunlar.
Ya, gücenmeyin ama acaba dönmese miydiniz kızlar?.
1998-2004 arasında altı sezon şehirli kadınların, genç kızların nabzını tutmuş, seksten modaya, gündelik yaşamdan ilişkilere, arkadaşlıktan bekarlığa, Cosmopolitan’dan ayakkabı aşkına bir diziydi. Hiç kaçırmadan, gözümüzü kırpmadan izlediğimiz ‘O’ diziydi ‘SATC’.
Carrie (Sarah Jessica Parker) olmak isteyenler, eller havaya!
Bakın, döneminde kadınların arzularını, giyim zevkini, hayallerini, gece çıktığında içtiği kokteyli hatta yolda taksi çevirişini bile etkilemiş bir dizidir bu. Carrie ne derse, ne giyerse, hangi soruya gark olursa odur.
Modern dünyada kız arkadaşlığının, seksin el kitabıdır. Bizi kendi Mr. Big’lerimizin peşine düşürmüş, çokça da hayal kırıklığı yaşamamıza sebep olmuştur.

Valla sizi bilmem ama benim Mr. Big, peşimden Paris’lere gelip isim kolyemi yerlerden toplamak suretiyle, rüya bir giysi odasıyla yeni evimizde evlenme teklif etmemiştir. Neyse, oralara girmeyelim. Valla bezdim 🙂
Ama yine de ve elbette geçmişe özlemimizin yükseldiği şu günlerde Carrie, Samantha, Miranda ve Charlotte’un bize yeniden selam çakması duygu sellerine sürükleyecekti bizi. Sürükledi de.
Aylardır dizinin çekimlerinden görüntüleri takip edip, hadiliyordum. Ve ilk iki bölüm düşer düşmez, işi gücü bırakıp ekran başına oturdum.
MANOLO BLAHNIK AYAKKABILAR İLGİMİZİ ÇEKMİYOR ARTIK
Carrie, Miranda ve Charlotte’un buluşması ve ‘kaç kişi kaldık patates kızartmasını suçluluk hissetmeden yiyen’ önermeli (ne gerek varsa) klasik öğle yemekleriyle başlıyor dizi.

Samantha’nın (Kim Catrall) dizide olmaması şokunu atlattık ama böyle de Samantha karakterine uymayan bir mazeretle yokluğunu açıklamazsınız yani.
Neymiş, Carrie yeni kitabının tanıtımını Samantha’ya vermemiş, o da bozulmuş, incinmiş kızların telefonlarına çıkmaz olmuş. Ardından da Londra’ya taşınmış. Bak seeen! Yahu Samantha gibi dobra bir kadının takılacağı son şey bu olurdu, böyle arkadaşlık soğur mu?
Carrie’yi Big’le evliliğine devam ederken ve katıldığı yeni nesil podcast serisine adapte olmaya çalışır, non-binary sunucudan ‘modernleş’ ayarı yerken görüyoruz.
Miranda kızıldan griye saldığı saçlarıyla okula geri dönüyor, tek kulağı duymayan kocası Steve’e laf anlatmaya çalışıyor, ergen oğlunun seks hayatına ağzı beş karış açık kalıyor.
Charlotte deseniz, ailesinde yuvasında. Tam bir resital annesi. 17 yıl önceki tepkileri neyse o, şirinlikler ve masumiyetler diyarından bildiriyor.
Anthony ve Stanford birbirilerini didikleyip durdukları ilişkilerine devam.
İşin aslı, ne seks kalmış ne de şehir aşkı.
Dikkaaat! Spoileeeer!!!!
İlk bölümde evdeki bisiklette antrenman yapıp kalp krizi geçirerek ölen Mr Big’in cenazesiyle birlikte o büyülü, seksi, sürprizlerle dolu, komik, genç, tutkulu’ Sex and the City’nin cenazesini de kaldırıyoruz.
Umut değil, karamsarlık veriyor. Enerji değil, ¨Hay Allah¨ ruhu aşılıyor. Üzüyor da üzüyor. Beyaz kadınların dizisi, çeşitliliğe, ırkçılık karşıtlığına, modern 2021 insanı sularına o kadar içselleştirilmemiş, zorlama bir şekilde dalıyor ki sakın ekranınızın başına ‘Sex and the City’ beklentisiyle oturmayın. ¨Bana bir cheeseburger, büyük patates kızartması ve Cosmo¨ günleri maalesef çok gerilerde kalmış.
Çünkü siz de değiştiniz. Artık o koca giysi odaları, inci gibi dizilmiş Manolo Blahnik ayakkabılar, Oscar de la Renta gamboçları, otuzlarının başında asılı kalmış kadınların ‘komikliği’ ilginizi çekmiyor, sadece garip kekremsi bir tat bırakıyor. Yani en azından benim için öyle.
2021’e gelemeyen, ¨Beni de alın, beni de alın!¨ çığlıkları altında kalan, tansiyonunu yakalama sıkıntısı çeken, yıllar sonra single çıkarmış bir Pop starın sönük dönüşü gibi ‘And Just Like That’.
Ha gelecek bölümleri de izler miyim? Elbette. Kırılmış hayallerimi yerden toplar, merakımdan bakarım. Belki de bir sihirli değnek dokunur, Samantha geri döner değil mi?
1 Yorum
Yazinixi okudum,hayat devam ediyor bende o yillarda Mr Big imi arayanlardandim ,New York a olan aski Istanbul la yasiyordum vectam o yillarda kendi Mr Big olan Jan a rastladim o gunden bu güne 35 yildir evliyiz..Kaldigimiz yerden degil ,hayatin icindeyiz ve gercegindeyiz…Evlilik ,ask ,cocuklar ,kariyer ,alabilecegimiz kadar manolablenkler,ama en önemlisi hayat devam ediyor,geclik yillari ayri güzeldi bence olgunluk cagimiz cok daha güzel..Tabii halen 25 yil öncesine takilip kalinmadiysa …