2000’lerin başı İstanbul Film Festivali… İletişim Fakültesi Radyo Tv Sinema’da son senem, tuhaf bir ineklik atağı geçirmiş olacağım ki okulu bir dönem erken bitiriyorum. İkinci dönemim boş, festivale katılmam serbest. Sabahtan Beyoğlu’na gidiyoruz. Billur diye bir arkadaşım var, birbirimizden farklıyız ve sırf bu yüzden çok seviyorum onu.
Billur’un küçük bir arabası var, arabasının içi hep dağınık. Yok yok! Kitaplar, kola kutuları, atkılar, çikolata kağıtları, bayat açmalar, kırık CDler. Kestane kıvırcık saçları var Billur’un ve vejetaryen. İlk kez vejetaryen biriyle tanışıyorum. Hoşuma gidiyor. Peynirli ne bulursak yiyoruz. Festival boyunca her gün Saray’dan peynirli su böreği alıyoruz, paramız bitmeye yakın bir böreği ikiye bölüyoruz. Zaten kocaman Saray’ın börekleri.
İstiklal öyle güzel ki… Kulağımda CD-Man Lenny Kravitz, Cake, Robbie Williams, Travis, Limp Bizkit dinleye dinleye defalarca baştan aşağı İstiklal’i yürüyorum.

Hiçbir şey umrumda değil. Sadece merak ediyorum, durmadan büyüleniyorum, pasajlara girip çıkıyorum, kafelerde oturanları inceliyorum, yeni arkadaşlar ediniyorum.
O yıllarda idolümüz, sinema eleştirmeni Sevin Okyay festivalin başında, sürekli ayak altında dolandığımız için bizi festival ekibinden zannedip görevler veriyor. ¨Çocuklar şunu şunu yapın¨, ¨Şuna şuna bakın¨, ¨Kapıda durun¨… artık ne derse yapıyoruz. Tabii sürekli kikirdiyoruz. Filmleri izlemekten çok çıkışta hocalarla kafede oturup sohbet etmeyi, gelen gidenlerin yorumlarına kafa sallamayı, kitapçılarda takılmayı seviyoruz. Sonrası Hayal Kahvesi falan…
Rock müzik, sohbetler, filmler, kıyafetler, ara sokaklar, o bir bardak biranın keyfi, ışıklar, neonlar… her şey öylesine büyüleyici ki düşlemekten kendimizi alamıyoruz.
Heyecanların yerini korkulara, hayallerin yerini kırgınlıklara, heveslerin can sıkıntısına, cesaretin utanca dönüşeceği günlerin geleceği aklımızın ucundan bile geçmiyor.
Farklı olma duygusunu pompalıyor Beyoğlu bünyelerimize. ¨Uç’ diye bağırıyor, ¨Koş¨… Kimselere benzemeyeceğine inandırıyor. Her adım bir ihtimal, her adım bir sürpriz sanki.
Elle tutulur bir sebep bile bulamadan terk ediyorum diplomayı takiben benden beklenilen ne varsa. O koltuğu, o çatal bıçak takımını, yılda iki hafta lütfedilen tatilleri, misafir ağırlamalarını, çocukları, taksitleri, kredileri… ne varsa kapıda bekleyen, kapıyı açmadan camdan atlayıp kaçıyorum.
Başka olmak istediğimden başka bildiğim bir şey yok…
***
22 sene sonra metroda aynı şarkılar kulağımda bir Pazar günü zorla çıktığım evimden İstiklal’e gidiyorum. Taksim meydanında iniyorum. Rüzgar tokatlıyor önce sonra anılar geçiyor yanımdan yürüdükçe. Koca koca dükkanlar açmış bir şekerci, lokumcu ‘1800 bilmem kaçtan’ beri. Peki! Yüz çeşit lokum dizilmiş vitrinlerine. Sonra ‘Ali Muhiddin Hacıbekir’in duruyorum vitrininde. Küçücük kalmış dükkanı o diğerinin yanında.
Giriyorum içeri. Alıyorum bir Acıbadem kurabiyesi. Makaron halt etsin. O kıyırlık, o lezzet hiçbir makaronda yok.
Kasadaki yaşlı adamın aksiliğine gülüyorum. İstanbul’un eski esnaflarının çoğu aksidir zaten.
Elimde Hacıbekir kağıdının içinde bir adet Acıbadem yürümeye devam ediyorum İstiklal’de. Kimseyi tanımıyorum artık. Eskiden üç adımda bir arkadaşıma rastladığım, tek başıma gecenin köründe yürümekten korkmadığım, her kafesinde, barında, konser alanında birilerini görüp eğlendiğim Beyoğlu değil burası… biliyorum. Bilsem de her gelişimde hayıflanmaktan vazgeçemiyorum.
***
Kafe Ara/ Ara Kafe’de buluyorum kendimi. Bir kahve söylüyorum. Dışarıdaki sandalyeye oturup kahvemi içiyorum. Keşke gelmeseydim, boğazıma diziliyor anılar. Anılardan ziyade hevesler… Eski sevgilimi arıyorum ¨Bil bakalım neredeyim?¨.

Eski sevgilimi ‘o zamanki’ eski sevgilim olduğu için arayabiliyorum rahatlıkla. Saçma bir cümle gibi durdu ama anlatacağım. Yıllarca aynı İstiklal’i yürüdüğümüz, aynı heyecanlara uyuyup uyandığımız, kitaplar okuyup konserlere gittiğimiz için. Ortak heveslerimiz, sevinçlerimiz, meraklarımız vardı bizim.
Üç beş yıl önceki sevgilim olsa asla arayamazdım yani aramazdım. Şimdikiler sevgililik bile değil. Tutkusuz, arzusuz, hayalsiz, hikayesiz, sosyal medya şaşkını insanların bir süre ortaklaşa geçirdikleri ‘Netflix and Baygınlık’ nöbeti o kadar.
Ara Kafe’den kalkıp Yapı Kredi Yayınları’na giriyorum. Marc Auge kitabı ‘Unutma Biçimleri’ dikkatimi çekiyor. Tam sayfalarını karıştırırken Zeynep arıyor, gelmiş….
***

Seçtiğim film Atlas’ta oynuyor, Şilili yönetmen Maite Alberdi’nin çektiği belgesel; ‘Sonsuz Hafıza’ (The Eternal Memory). Passo’dan girip aldım biletleri.
25 yıldır beraber olan çift Augusto Gongora ve Paulina Urrutia’nın hayatını konu alıyor. Sekiz yıl önce Alzheimer olan Şilili gazeteci, kültür eleştirmeni Augusto ve oyuncu eşi Paulina’nın aşkınız izlerken yanımda oturan genç çiftin elleri iyice kenetleniyor, biz Zeynep’le kollarımızı sıkı sıkı göğsümüze bağlıyoruz. Ömrünü toplumsal hafızayı koruma çalışmalarına adayan Augusto’nun kendi hafızasını kaybetme sınavı nasıl bir hayat oyunu böyle.
Duygusu yüksek, mizahı zarafetle kullanmış, göğsünüze oturan çok şık bir yapım. Filmin sonunda hıçkırarak ağlamak ve kendimi tutmak arasında katılır gibi bir hal yaşıyorum. Salondan burun çekmeler, göz göze gelmemelerle ayrılıyoruz.
Hayattaki seçimlerinin yüzde ellisinden fazlasında çuvallamış biri olarak bu seçimimle gurur duyuyorum. Sanırım senelik festival defterimi de kapatıyorum. İstiklal üzüyor artık beni. Sonra metroya binip hafızamdaki o günlerden uzaklaşıyorum…
Eve gelince Marc Auge’nın ‘Unutma Biçimleri’ kitabının arka kapağının fotoğrafının çektiğimi hatırlıyorum. Şöyle yazıyor : “Unutmak, toplum için olduğu kadar birey için de bir zorunluluktur. İçinde bulunulan zamanın, şu anın ve bekleyişin tadına varmak için unutmayı bilmek gerekir; ancak unutmak bellek için de bir ihtiyaçtır…”.
Bilemiyorum… belki de yerine hatırlamaya değer anılar koyamadığımızda çektiğimiz sıkıntıdır hatırlamak. Bilemiyorum…
6 Yorumlar
Yine o kadar güzel ve akıcı anlatmışsınız ki bir yandan okurken bir yandan film gibi gözlerimin önünden aktı istiklal, dükkanlar,acıbadem kurabiyesinden alınan ilk ısırık ve kıtırtı bir an yine özlemle döndük eskiye. Teşekkürler
Bayıldım komple yazıya, iyi ki Zeynep abla linklemiş de gelmişim 🙂
Ne severim acıbadem kurabiyesini .Almadan duramazdım ben de her pastaneye gidişimde.Ve ne çok severim İstanbul’u .İzmir’den İstanbul’a 30 yaşında taşınmış biri olarak bu şehre aşık olacağımı bilmezdim .Ve ne çok isterdim yirmili yaşlarımı bu şehirde yaşamak..Hala çok seviyorum seni İstanbul.Tüm zamanlar boyunca var ol
Her yazınız ayrı güzel,sizin yazılarınız ruhuma çok iyi geliyor.İyi ki varsınız.
Yazının tamamını aynı jenerasyondan biri olarak içim sizlayarak okudum yine harika yazmışsınız fakat son cümle beni bitirdi gerçekten çok güzel ve doğru
Ahhhh Ayşe öyle güzel yazıyorsunki okumaya doyamıyorum